Obama’s Rationale

<--

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Newsweek Türkiye dergisine verdiği röportajda “Türk dış politikası, Doğu’ya yönelik bu girişimleri Batı’yı kaybetme pahasına da sürdürebilir mi?” sorusunu şöyle cevaplıyordu: “İçinde olunan bir şey kaybedilmez. Biz Batı’nın içindeyiz. Batı, eğer bizi dışarıda, kaybedilecek ya da kazanılacak bir nesne gibi görüyorsa, mantık yanlış.” Mantığın yanlış mı doğru mu olduğu tartışılır; ama Batılı mantığın böyle çalıştığına şüphem yok.

Davutoğlu’nun bu çıkışının, bana göre tam bir Batılı mantığa sahip olan ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’ye ilişkin kanaatlerini de açıkladığı Corriere della Sera röportajına denk gelmesi ilginç oldu. Obama’nın birazdan nakledeceğim o yorumlarında Türkiye’yi tam da Davutoğlu’nun tabiriyle ‘kaybedilecek ya da kazanılacak bir nesne’ gibi görme eğilimi seziliyor.

Bakan Davutoğlu, “NATO’da biz de herhangi bir ülke kadar söz hakkına sahibiz. Kimse Batı ittifakını kendi tapulu malı görüp de başkasını içinde ya da dışında telakki etme hakkına sahip değil.” diyor. Serzenişi yerinde. Diğer yandan, NATO ittifakının içinde yer almak Türkiye’nin Batılılaşma serencamında çok önemli bir unsur olmakla birlikte, tam anlamıyla Batı’nın parçası olmak ya da öyle kabul edilmek için tek başına bir ölçüt de değildir. Nitekim Davutoğlu, Newsweek röportajının ilerleyen kısımlarında “Çifte standart Batı değeriyse biz o değerin içinde değiliz.” derken, sadece Batı’nın bizi değil, bizim de Batı’yı her yönüyle hâlâ içimize sindiremediğimizi ve bazı şeyler değişmezse hiç sindirmeyeceğimizi ihsas ediyor.

Peki Türkiye’nin Batı tarafından ‘kaybedilecek ya da kazanılacak bir nesne’ olarak görülmesi çok mu kötü bir şey? Genişletilmiş Batı ailesi içinde Türkiye’ye aldığı sorumluluklar oranında yetki verilmiyor olabilir. Mesela İran’a yaptırımları kendi aralarında netleştirip en yakın ‘Batılı’ komşusu Türkiye’ye BM Güvenlik Konseyi oylaması için emrivaki yapmaya çalışan bazı dostlara Ankara sitem etmekte çok haklı. Diğer yandan, Batı’nın hâlâ bizi dışarıda görüp kapmak ya da kaptırmamak için uğraşmasının da birçok avantajı beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Ve bunların başında, Türkiye’ye kızgın oldukları dönemlerde dahi tepkilerini önemli ölçüde dizginleme ihtiyacı hissetmeleri geliyor.

Şimdi Başkan Obama’nın sözlerine bu nazarla bir bakalım. ‘Türk davranış şeklinin istikametinde son dönemdeki bazı değişikliklerin kökeninde’ AB’nin ‘isteksiz’ tavrının ‘tek’ ya da ‘ağırlıklı’ faktör olmadığını belirtmekle birlikte, şunu söylemeden edemiyor: “(Türkler) Eğer kendilerini Avrupa ailesinin parçası olarak hissetmezlerse, başka yerlerde ittifak ve iltisaklara bakmaları sonucunun doğması tabiidir.” Her şeyden evvel, ABD Başkanı’nın yorumlarında hem Türkiye’de eksen kayması olduğunu hem de AB’nin bundaki rolünü zımnen kabullenmiş olması dikkat çekiyor. Türkiye’yi Batı adına kaybetmeme ya da kazanma iştiyakı açıkça görülüyor. Ankara’nın İran yaptırımlarına ‘ret’ oyundan sonra gerginleşen Türk-Amerikan ilişkilerine rağmen Obama’nın bunları söylemesi ise Türkiye’nin ABD için ne kadar kızarlarsa kızsınlar vazgeçilemez derecede stratejik bir ülke olduğunu gösteriyor.

Haddizatında Obama’nın Türkiye yaklaşımı birçok sabık ABD yönetiminden pek farklı değil. Zira Türkiye’yi ‘Batı’ya demirleme’ kaygısı Washington’da oldum olası seslendirilmiştir. Ve ikili ilişkilerde ipin inceldiği yerden kopmamasını garantileyen en önemli tutkallardan biri olmuştur. Hatta ilişkilerin şimdiki gibi gerildiği dönemlerde ABD’nin Türkiye’ye ilk kızgınlığının emareleri nispeten çabuk geçerek yeni reveranslar yapılmasıyla sonuçlanmıştır. 1 Mart 2003’te Irak tezkeresinin reddinden sonra Türkiye’yle ön anlaşma şartları masadan otomatik olarak kalkmış olmasına rağmen Bush yönetiminin ısrarla 1 milyar dolar dolayında yardım yapmak istemesi aynı güdülerle açıklanabilir.

Obama’nın 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Batı’yla gerginliği artan Müslüman dünyaya çiçek atmasıyla, Atlantik ötesi ilk ikili ziyaretini Irak’ta ABD’ye başlangıçta çok takoz koyan Türkiye’ye gerçekleştirmesinin altında yatan mantık birbirine paralel. Çoğu Amerikalı sadece Türkiye’yi değil, tüm İslam dünyasını ‘kaybedilecek ya da kazanılacak bir nesne’ olarak görüyor. Ve Müslümanlardan gelebilecek zararı asgariye indirmek istiyor. Batı’nın koloniyalizm geçmişinden kalan ve Oryantalizm’le beslenen bazı alışkanlıklar bunlar. Bakınız Başkan Obama, 8 Temmuz’da bir İsrail televizyonuna verdiği röportajda İsraillilerin şahsına yönelik yaygın olumsuz duygularının sebeplerini irdelerken ne diyor: “Bunun bir kısmı benim Müslüman camiaya açılım yapmış olduğum gerçeğinden kaynaklanıyor olabilir. Ve bence bazen, özellikle Ortadoğu’da, ‘düşmanımın dostu benim düşmanım olmalı’ duygusu var. Meselenin aslı şudur ki; benim Müslüman camiaya açılımım tam olarak İsrail ve Batı’ya karşı saldırgan/düşman (hostile) Müslüman dünyadan gelen husumeti/kini (antagonism) ve tehlikeleri azaltmak amacıyla dizayn edilmiştir.”

Aynı röportajda Obama, orta isminin ‘Hüseyin’ olmasının da İsraillilerde ‘şüphe’ye yol açmış olabileceğini söylüyor ve o şüpheleri izale etmeye çalışıyor. Obama’nın orta isminden ve Endonezya’da geçirdiği birkaç çocukluk yılından neş’et eden Müslüman olduğuna dair komplo teorileri, birçok İsrailli ve bazı Amerikalılar gözünde Obama’yı Batı için tehdit derekesine düşürdü. Türkiye dahil Müslüman-yoğun dünyada ise tam tersi tesir yaptı. Ancak geçen zaman, Obama’nın olumlu ve olumsuz yönleriyle tam bir Batılı gibi mantık yürüttüğünü, komplo teorilerine itibar etmemek gerektiğini ortaya koydu. Türkiye ve İslam dünyasının Batı’yla ilişkilerine dair son söyledikleri bunun yeni bir delilidir.

About this publication