Malum; ABD eski Başkanı Bill Clinton hafta sonunda İstanbul’daydı. Bilgi Üniversitesi’nin konuğu olarak.
ABD’nin 42’nci Başkanı, Bilgi’nin Silahtarağa’daki Santral İstanbul kampüsünde öğrencilerden, akademisyenlerden, iş dünyası temsilcilerinden oluşan yaklaşık 700 kişilik topluluğa verdiği konferansta, Beyaz Saray’daki döneminden anekdotlarla süslediği geniş bir ufuk turu yaptı.
Clinton’un konuşma metnini baştan sona okudum. Bazı bölümlerin altını çizdim. Örneğin şu satırların:
“Başkan seçildikten hemen sonra ulusal güvenlikten ve ekonomik işlerden sorumlu ekiplerimi çağırdım. Onlara ‘Artık sık sık bir araya geleceğiz; çünkü giderek artan bir şekilde dünya küreselleştikçe ve karşılıklı bağımlılık arttıkça, ekonomi de ulusal güvenliğin bir parçası haline gelecek’ dedim. Onlara ’21’inci yüzyılın geleceğini saptayacak 10 tane ülke olduğunu’ söyledim ve ‘İlk olarak başlamamız gereken iki ülkeyi söyleyeyim size: Türkiye ve Ukrayna. Bu iki ülkede olup bitenin dünya geleceği üzerinde çok büyük etkisi olacak’ diye ekledim.”
Clinton’u severim. Elbette Türkiye’nin şimdi dünya siyasetinde geldiği konuma bakarak, “Ben o zamandan bugünleri görmüştüm” demeye getiriyor. Ama gerçek “Tam olarak” söylediği gibi değil.
Clinton, Başkan seçildikten sonra yaptığı o toplantıda ABD’nin yeni dış ticaret, daha doğrusu ihracat politikalarını belirledi. Alınan karar şuydu: “Dünyanın neresinde olursa olsun büyük ihaleleri, sözleşmeleri ABD’nin kazanması için Beyaz Saray olanca ağırlığını koyacak.”
Clinton’un Ticaret Bakanı Ron Brown’un yalancısıyım. Ve de Eximbank patronu Rita Rodriguez’in.
Brown o tarihte yaptığı açıklamada, “Başkan’la birlikte 10 yükselen pazar belirledik” dedi. Brezilya, Polonya, Suudi Arabistan, Hindistan, Vietnam, Çin, Güney Kore, Endonezya, Ukrayna ve Türkiye’nin yer aldığı bu 10’lar grubunu tek tek ziyaret edeceğini bildirdi. Çoğunu etti de. Ne yazık ki Türkiye’ye gelemedi. Ziyareti 1996 başı için planlanmıştı, ertelendi. İkinci kez niyetlenirken uçağının Hırvatistan’da, Dubrovnik yakınlarında düşmesiyle hayatını yitirdi. Onun yerine halefinin (Mickey Kantor) halefi (Willam Daley) geldi. 1998’de.
Neyse; Clinton’un konuşmasına dönelim. 42’nci Başkan diyor ki:
“Ulusal güvenlikten ve ekonomiden sorumlu ekiplerimle yaptığım o toplantıda ‘Pakistan’da olaylar iyiye gitmezse korkunç şeyler olabilir’ dedim.”
Clinton’u severim ama Afganistan ve Pakistan’ın bugün çırpındıkları kaotik ortamın tohumlarının bir bölümü de onun döneminde ekildi. Anlatayım:
1994 Ağustos’unda Usame Bin Ladin, başkenti Medine olan “Hicaz İslam Cumhuriyeti”ni kurduğunu ilan etti. Bugün olduğu gibi, o dönemde de Suudi Arabistan’ın güvenliği çok ama çok büyük ölçüde Amerikalılar’ın elindeydi. Dahran’daki uçsuz bucaksız üsten Suudi krallığında uçan kuşu bile izleyebiliyorlardı. Arap yarımadası üstünde sürekli tur atan dört “Awacs” uçan radar da cabası.
Suudiler o dönemde Bin Ladin’i yakalamalarına yardım etmesi için ABD nezdinde birçok girişimde bulundular. Ama boşuna. Ladin, Afganistan’a kaçırıldı, oradan Sudan’a, daha sonra yine Afganistan’a. Şimdi Pakistan’da, aşiretler bölgesinde saklanıyor.
Ha unutmadan belirteyim; Amerikalılar bu arada Suudi Arabistan’a güvenliğini daha iyi sağlayabilmeleri için 30 milyar dolarlık silah satmayı da başardı! Tıpkı şu sıralar imzalanan 75 milyar dolarlık silah sözleşmesi gibi.
Dedim ya; Clinton’u severim ama…
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.