There’s No Such Thing as the Obama Doctrine

<--

Ferid ZEKERİYA fzekeriya@stargazete.com

‘Obama doktrini’ diye bir şey yok

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir kaç ayda bir, yorumcular Barack Obama’yı diriltecek yeni bir büyük strateji buluyorlar. Önce savaş karşıtı adaydı, Demokratik ön seçimlerde yükselişinin Irak Savaşı’na erken ve dirayetli muhalefeti ile çok ilgisi vardı. Fakat Robert Kagan dahil bazı sağcılar bile, örneğin Afganistan gibi diğer konularda müdahaleci olduğuna işaret ettiler. Bazıları İran’dan Rusya ve Çin’e tüm gelenlere bağlantı tekliflerine işaret ederek onun çok taraflılığını eleştirdiler. Daha yakın zamanda, Çin tehdidi altında olan Asya ülkelerine azimle uzanmasına bakarak, Daniel Drezner yeni büyük stratejinin “karşı vuruş” olduğu sonucuna vardı.

***

Öyleyse Obama Doktrini nedir?

Gerçekte, arayışın kendisi yanlış yola saptırılmış. Dış politikaya öğretisel yaklaşım artık o kadar da akla yatkın değil. Biri dışında her Amerikan dış politika “doktrini”, Amerika’nın tek bir ülkeye, Sovyetler Birliği’ne yönelik politikası tüm ABD stratejisine hükmettiği ve küresel ilişkilerin belirleyici özelliği olduğu zaman, iki kutuplu bir dünya için Soğuk Savaş sırasında formülize edildi. (Monroe doktrini istisnadır.) Bugünün çok kutuplu, çok katmanlı dünyasında, tüm Amerikan dış politikasının dayandığı bir merkezi dayanak yok. Bölgeler başka yerlerde uygulamaya geçirilemeyecek yaklaşımlara gereksinim duyarken, politika yapmak daha değişken ve tutarsız görünüyor.

Obama ise bir şekilde bir dünya görüşüne, uluslararası ilişkilere iyi düşünülmüş bir yaklaşıma sahip. Görüşleri dolaysız ve tutarlı olageldi. Başkanlık kampanyasının ilk günlerinden itibaren Amerikan dış politikasındaki temel tartışmanın “ideoloji ve gerçekçilik arasında” olduğunu gördüğünü söyledi ve kendini doğrudan bir tarafta konumlandırdı. 2008 Mayıs’ında David Brooks ile gerçekleştirdiği bir röportajında “George H.W. Bush’un dış politikasına inanılmaz sempati duyuyorum” diye anlatmıştı. Benimle 2008’de CNN’de gerçekleştirdiği bir başka röportajda bu hayranlığını yeniden dile getirdi fakat çetin uluslararasıcılıkları sebebiyle Harry Truman, Dean Acheson ve George Kennan’ı da övdü. O zamanın Beyaz Saray Kadro Başkanı Rahm Emanuel Nisan 2010’da New York Times’a “Onu bir kategoriye koymanız gerekseydi, büyük ihtimalle Bush 41 gibi daha gerçekçi politikacı.”

Yorumcular Obama’nın Arap Baharı’na tepkisinden çok şey çıkarttılar. Özellikle bölgede demokrasi için Amerikan desteğinin geniş bir politikasının çerçevesini çizdiği 19 Mayıs konuşmasından… Tüm Amerikan başkanları demokrasinin yayılmasını desteklemişlerdir ve desteklemelidirler. Gerçek soru şu: Bu destek demokratik olmayan rejimleri devirmek için aktif önlemler, özellikle askeri güç içermeli mi? Bu noktada, retoriğin altında yine pragmatizmi iş başında görebilirsiniz. Tunus ve Mısır’daki olaylar tarafından -bu ülkelerin liderleri dahil neredeyse herkes gibi- gafil avlanınca, Obama yönetimi Mısır’daki protestoların başarılı olacağını gördü ve kaçınılmaz olana karşı çıkmadı. Ronald Reagan’ın Ferdinand Marcos’a karşı dönmesi iki yıl almıştı. Hüsnü Mübarek’e istifa çağrısı yapmaksa Obama’nın iki haftasını aldı.

Revaçta olan eleştiri Obama’nın Arap Baharı’na karşı tutarlı bir politikası olmaması. Ama olmalı mı? Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Suudi Arabistan’daki durumlar ve bu ülkelerdeki olayları etkileme kapasitelerimiz arasında çok büyük farklar var. Örneğin, Amerika’nın çıkar ve değerlerinin en sert biçimde birbiri ile çatıştığı Suudi Arabistan’ı ele alalım. Eğer yönetim Riyad’da rejim değişikliği için sıkıştırmaya başlamış olsa ve krallıkta büyük ölçekli protestoları ve dolayısıyla istikrarsızlığı destekleseydi, petrolün fiyatı aniden fırlardı. ABD ve gelişmiş dünyanın büyük bölümü neredeyse kesinlikle ikinci bir gerileme dönemine girerdi. Bu esnada, meşru olan, güç ve harcadığı çok fazla paraya sahip Suudi rejimi buna dayanırdı; fakat Washington’a öfke duyuyor olurdu. Daha “tutarlı” bir Ortadoğu politikası tam olarak neyi başarırdı?

***

Libya’da yönetim potansiyel bir insani krizle yüz yüze geldi ve ülkedeki Muammer Kaddafi muhalefeti, Arap Birliği, Birleşmiş Milletler ve kilit Avrupalı müttefikler uluslararası harekat için çağrıda bulundu. Çok taraflı bir müdahaleye dahil olmanın yolunu buldu ancak bunu sınırlı tutmak konusunda disiplinli davrandı. Suriye ise daha sıkı ve şiddetli biçimde kontrolde olan rejimi sebebiyle farklı. Ve bir yandan Başkan Obama’nın Başkan Beşar el Esad’ın istifa etmesi tercihini dile getirmesini isterken, Obama’nın bunu söylemesini isteyen eleştirmenlerin, onu aynı zamanda bunu gerçekleştirmek için imkanları olmadığı halde Kaddafi’nin ekarte edilmesi için çağrıda bulunduğu için eleştirdiğini de belirtmekte yarar var. Ve belki de Suriye’ye de müdahale etmemizi istiyorlar ki bu savaş sayımızı dörde çıkarırdı.

Tüm bu durumlarda, yönetimin politikasını belirleyen, maliyet ve faydanın dikkatli biçimde hesaplanmasıdır. Versailles’dan Vietnam ve Irak’a modern Amerikan politikasının büyük baştan çıkaranı, daha sonra büyük taahhüt ve maliyet yaratacak büyük açıklamalar -ilan doktrinleri- yapmak oldu. Böyle bir retorik ve müdahalelerin olduğu bir on yılı bitiriyoruz ve hala bunun bedelini ödüyoruz: Şu ana dek Kongre tarafından el konmuş 1.3 trilyon dolardan fazla para, insan yaşamı için inanılmaz bedelinden bahsetmiyorum bile. Bu çerçevede, stratejik olarak kendini dizginlemeyi vurgulayan bir dış politika uygun ve akılcıdır.

About this publication