11 Eylül’de neredeydiniz?
Sadece bir hafta sonra bütün dünya, on yıl önce El Kaide teröristlerinin kaçırdıkları uçakları Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a çakıp 3 bin insanı öldürdüğü günü anacak.
Bu hafta binlerce yazı ve televizyon programında, o günün hikâyesi, tarihin tanık olduğu en büyük terör saldırısının arkasındaki sebepler ve bilhassa o zamandan beri hayatlarımıza yaptığı etki anlatılacak. Bu ve bundan sonraki iki yazımda 11 Eylül’ün benim kuşağımdan siyasetçiler, gazeteciler ve analistler için tam manasıyla bir dönüm noktası olmasının sebebini, 11 Eylül’ün niye dünyaya bakışımızı değiştiren dramatik bir vaka olduğunu anlatmaya çalışacağım.
20. asrın 60’lı ve 70’li yıllarında büyüdüm ve benden yaşça büyük olan hemen herkes, “1963’te John F. Kennedy’nin öldürüldüğünü duyduğunda neredeydin?” sorusunu yanıtlayabilir. Ben artık hatırlayamıyorum, zira suikast sırasında altı yaşımdaydım ve evde televizyonumuz yoktu. Fakat anne-babamın kuşağı için ABD başkanını öldüren kurşunlar, bir dönüm noktasıydı. O zamandan beri dünyanın dört bir köşesindeki milyarlarca insanda, sözgelimi 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi derin izler bırakan başka olaylar gerçekleşti. Ne var ki hiçbiri 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıyla kıyaslanamaz. İnanılmaz yıkımın ve akıl almaz trajedinin görüntüleri dünyanın her tarafında canlı yayınlandı.
Bu kez nerede olduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Avrupa Parlamentosu’nun (AP) bir üyesiydim ve dik kafalı mizacını şahane bir mizah duygusuyla birleştiren Alman Hıristiyan-Demokrat Elmar Brok’un başkanlığını yaptığı Dış İlişkiler Komitesi’nin toplantısındaydık. Biz dünyanın belli bir bölgesindeki durumu tartışırken, büyük heyecana kapılmış olan asistanlar başkana yaklaştı ve ona toplantı odamızın dışında çok önemli bir şeyler olduğu bilgisini verdi. Brok o sırada konuşan kişinin sözünü derhal kesti ve bize sakin ve ciddi bir edayla, toplantıyı bitirmemizi önerdiğini, zira az önce New York’ta dramatik olaylar yaşandığına dair bilgilendirildiğini söyledi. Kafam karışmış bir halde ofisime koştum. Ofiste asistanlarım, Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan ikinci uçağın görüntülerinin tekrar tekrar verildiği televizyon ekranlarına adeta yapışmıştı. Olanlar karşısındaki şaşkınlığa ve inanamamaya, endişe ve korku eşlik ediyordu. ABD’deki önemli binaları yerle bir etmek üzere ilerleyen başka uçaklar da olduğu söylentileri vardı. Kim bilir belki Avrupa da hedefteydi. Bazıları, potansiyel hedef olarak gördükleri AP binasını terk etmek istiyordu. Birkaç kişi binadan ayrıldı. Geri kalanlarımız Atlantik’in diğer yakasındaki tekrar tekrar gösterilen korkunç olayları izledik.
11 Eylül’ün etkisini değerlendireceğim sonraki iki yazımda öne çıkan kavramlardan birine odaklanacağım: küresel siyasetin İslamileşmesi. Bu operasyonu planlarken Üsame bin Ladin’in pek çok hedefi vardı. En önemlisi de Batı ile İslam dünyası arasında, Samuel Huntington’ın klasik “Medeniyetler Çatışması” temel tezini yankılayan şekilde, ikisinin uyumsuzluğunu kanıtlayacak bir savaşı kışkırtmaktı. Söz konusu gayretlerin doğurduğu karışık sonuçlara bu hafta geri döneceğim. Fakat El Kaide teröristleri İslam’ı ABD ve Avrupa’daki kamusal söyleme zorla zerk etmek bakımından kesinlikle başarılı oldular. İslam, daha önce Batı ülkelerindeki iç gelişmeleri ve dünya çapında uluslararası ilişkileri değerlendirip açıklamak için (bilhassa da yanlış şekilde) hiç kullanılmamıştı.
Etkili liberal Alman gazetesi ‘Die Zeit’ın (‘Zaman’) Türkiye ve Ortadoğu muhabiri Michael Thumann’ın ‘Der İslam-Irrtum’ (‘İslam Yanılgısı’) kitabını henüz bitirdim. Thumann belagatli ve ikna edici bir tarzda, İslam saplantısının Batı’daki birçok vatandaşın ve siyasetçinin kendi toplumlarındaki ve onları çevreleyen ülkelerdeki sorunları analiz etme şeklini nasıl tepeden tırnağa çarpıttığını gösteriyor. Netice ise yanlış sorulara verilen yanlış cevaplar oluyor.
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.