If Israel did not have nearly 2,000 nuclear weapons, no one in Turkey, Iran or any other country in the region would be advocating for the acquisition of weapons of mass destruction. If America and the European Union did not provide nearly $12 billion in cash aid every year to Israel (the world's fifth largest arms exporter) or violate their allies' interests in alloocating more funding for aid and investment in Israel, neither Turkey nor other countries in the region would be seeking new opportunities in BRICS, or the association of Brazil, Russia, India, China and South Africa. And if the U.S. and EU had not continued to provide open political and military support for Israel’s genocidal occupation and extermination operations against the Palestinians, Turkey and eight other countries — which were, until recently, American allies — would not be in search of new alliances with the Shanghai Cooperation Organization.
Is it possible to say that the U.S. and the EU have seen any benefit resulting from their infatuation with Israel in their joint efforts (!) dealing with “renegade states” and bringing democracy to the Middle East? There are hundreds of reports published in the U.S. every year describing how Israel is a burden to America, not a benefit. Countries, especially larger ones, occasionally shoulder their allies' burdens. However, in doing so, they typically protect an ally from something without damaging national interests. What is the U.S. gaining by carrying Israel on its back?
The U.S. and the EU’s limitless, unconditional support for Israel is the primary reason for Iran’s nuclear weapon acquisition efforts, the insistence of many Turks (myself included) on freedom from the Treaty on the Non-Proliferation of Nuclear Weapons (which we entered in 1970), Saudi Arabia’s rush to negotiate with Iran and many other odd developments, both nationally and internationally. The second reason for Iran's growing nuclearization is the choice by the U.S. and the EU to stand with Israel — a country accused of genocide in international courts with a leader facing universal arrest warrants — instead of standing on the side of the Palestinians, whom they are morally obliged to defend.
When will the politicians of the United States — a nation that established a global free trade network without discriminating between the victorious and the defeated in the aftermath of World War II, led the side of democracy and liberty during the dark days of the Cold War and paved the way for investment in peace rather than war after the dissolution of the Soviet Union — learn that they are undermining their own interests and those of their allies by backing the wrong side in the Israeli-Palestinian conflict?
The Western media have repeatedly responded to Russian statements regarding Turkey’s application for full BRICS membership. The question many of them ask is whether the expansion of BRICS put an end to the West’s economic and geopolitical dominance. If Turkey is in search of investment and developmental support from an organization like BRICS, which doesn’t even have a proper name, the U.S. government is just as responsible as the European Commission, whose President Ursula von der Leyen has stated — as Turkey has now waited 40 years, five months, and five days for full membership — that EU accession “will always be a merit-based process,” and has also declared no issue with being party to Israel’s war crimes, saying that “Europe stands with Israel.” It's the U.S. that is openly pressing their European partners to admit Ukraine into the EU, a country which has not even restored its territorial integrity.
While Israel is greatly harming American and European national interests, and while moral and humanitarian values so clearly dictate the need to support the Palestinians, how can we trust in any friendship with these countries, or believe that they’ll take action when it becomes necessary to protect the interests of Turkey? How much can we trust in the senses of an ally that so blatantly overlooks its own interests?
ABD ve Avrupa’nın dostluğuna ne kadar güvenelim?
İsrail’in elinde 2 bine yakın nükleer silah olmasaydı, ne Türkiye’de ne İran’da ne de bir başka bölge ülkesinde, kitle imha silahı edinmeyi savunan kimse olmazdı. ABD ile Avrupa Birliği, (dünyanın 5. en büyük silah satıcısı) İsrail’e her yıl 12 milyar dolara yakın nakit yardım yapmasaydı ve ortaklarının çıkarını çiğneyerek yardım-yatırım bütçelerini İsrail’e tahsis etmeseydi, ne Türkiye ne de diğer bölge ülkeleri, BRICS bünyesinde yeni açılım imkanları aramazlardı. ABD ile AB, İsrail’in Filistinlere karşı soykırımına varan, işgal ve imha operasyonlarına açıkça siyasal ve askeri destek sağlamaya devam etmeseydi, Türkiye ve yakın zamana kadar hepsi ABD yanlısı 8 ülke, Şanghay İş birliği Örgütü’nde yeni oluşumlar aramazdı.
ABD’nin ile AB’nin İsrail sevdasının, teröre karşı birlikte mücadele, sözüm-ona “haydut devletler” ile başa çıkma ve Orta Doğu’ya demokrasi getirme çabasında (!) bir yararını gördüklerini söylemek mümkün mü? Amerika’da her yıl İsrail’in ABD’ye destek olmadığına, tersine yük getirdiğine ilişkin onlarca kitap, yüzlerce rapor yayınlanıyor. Ülkeler, özellikle büyük ülkeler bazı müttefiklerinin yükünü taşırlar; ama bundan hem kendi ulusal çıkarları zarar görmez, hem de yükünü taşıdıkları ülkeyi bir şeyden kurtarırlar. ABD’nin İsrail’i sırtında taşımaktan kazancı ne?
İran’ın nükleer silah edinme çabasının, Türkiye’nin (benim de aralarında bulunduğum) bir çok insanın artık (1970’de altına girdiğimiz) şu “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine Dair Anlaşma” boyunduruğundan kurtulması gerektiğini savunmasının, Suudi Arabistan’ın İran’la müzakereye koşmasının ve daha bir çok uluslararası veya ulusal garipliklerin ortaya çıkmasının birinci sebebi, ABD ve AB’nin İsrail’e verdikleri bu kayıtsız şartsız destektir. İkincisi ise, ABD ve AB’nin ahlaken savunmaları gereken Filistinlilerin değil, uluslararası mahkemelerde soykırımı ile suçlanan, lideri hakkında evrensel tutuklama kararları çıkartılan İsrail’in yanında durmalarıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yenen ve yenilen ayrımı yapmadan küresel bir serbest ticaret ağı kuran, Soğuk Savaş’ın karanlık günlerinde demokrasi ve özgürlük cephesinin lideri olan, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, savaşa değil barışa yatırım yapılması için önderlik eden ABD’nin siyasetçileri, bütün bu çabalarına İsrail-Filistin meselesinde yanlış tarafı tutarak, hem kendi çıkarlarına, hem de müttefiklerinin çıkarlarına zarar verdiklerini ne zaman öğrenecekler?
Türkiye’nin BRICS’e tam üyelik başvurusuna ilişkin Rusya kaynaklı açıklama üzerine, batı medyasında haberden çok yorum yayınlanıyor ve bu yorumların çoğunda ana tema “BRICS genişlemesi Batı’nın ekonomik ve jeopolitik hakimiyetine son verecek mi?” sorusu etrafında oluyor. Eğer Türkiye, BRICS gibi, doğru dürüst adı bile olmayan bir örgütte yatırım-kalkınma desteği arıyorsa, bunun sorumlusu, Türkiye’yi tam üyelik için 40 yıl 5 ay 5 gündür beklettiği halde, hala “AB’ye üyelik liyakate dayalı bir süreçtir” diyen ama İsrail’in savaş suçlarına ortak olmakta sakınca görmediğini “İsrail’e verdiği koşulsuz desteğimiz devam edecektir” sözleriyle ilan eden Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen kadar, ABD yönetimleridir. O ABD ki, ülkesinin toprak bütünlüğü bile sağlanmamış bir Ukrayna’yı AB’ye almaları için Avrupalı ortaklarını alenen zorluyor.
İsrail, ABD ve Avrupa ülkelerinin ulusal çıkarlarına bu kadar zarar verirken, ahlak ve insani değerleri İsrail’i değil Filistinlileri desteklemeyi bu kadar açık gerekli kılarken, bu ülkelerin dostluğuna, Türkiye’nin çıkarlarını korumaları gerektiğinde bunu yapacaklarına nasıl güvenebiliriz? Kendi çıkarını bu kadar ayan ve beyan göz ardı eden müttefikin aklına ne kadar güvenilebilir?
This post appeared on the front page as a direct link to the original article with the above link
.
[T]he letter’s inconsistent capitalization, randomly emphasizing words like “TRADE,” “Great Honor,” “Tariff,” and “Non Tariff”, undermines the formality expected in high-level diplomatic correspondence.
[T]he letter’s inconsistent capitalization, randomly emphasizing words like “TRADE,” “Great Honor,” “Tariff,” and “Non Tariff”, undermines the formality expected in high-level diplomatic correspondence.