Bush döneminde Amerikan yönetiminin İslam dünyasıyla ilişkileri düzeltmek için attığı adımlardan biri, İslam Konferansı Örgütü nezdinde bir temsilci atamak olmuştu.
Bu isim, Bush’un Teksas’tan tanıdığı bir dostu olan Sada Cumber’dı. Irak işgali, Ebu Gıreyb skandalı ve Guantanamo kâbusundan sonra Bush’un problemi görerek sembolik de olsa bir adım atması fena değildi. Gerçi yüzde 85’i Sünni olan İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmek için seçilen ismin, İsmaili mezhebine bağlı biri olması tuhaftı. Ama Pakistan doğumlu Cumber, görev yaptığı dönemde İslam ülkelerini gezdi; sorunları dinledi ve bazılarının çözümüne yardımcı oldu. Mesela, bu bölgeden Amerika’ya giderken insanların sınırlarda çektiği eziyetleri yönetimin gündemine taşımak bunlardan biriydi.
Böyle seyahatlerinden biri için Türkiye’ye geldiğinde, Sada Cumber bir grup gazeteciyle bir araya gelmişti. Amacı, Türkiye’nin Ortadoğu’ya, Amerika’nın oynadığı role, İran nükleer krizine ve Filistin meselesine nasıl baktığını görmekti. Türkiye’nin bölgede artan itibarının ve İslam Konferansı Genel Sekreteri’nin bir Türk olmasının da bu ziyarette payı vardı. Türkiye’deki temasları sırasında en çok şaşırdığı konunun, Türklerin İran’ın nükleer programına karşı sergilediği soğukkanlı tavır olduğunu söylüyordu. Ona göre bölgedeki birçok ülke gibi Türkiye de nükleer İran karşısında büyük kaygı içinde olmalıydı. Çünkü nükleer güç elde etmiş bir İran, bölge dengelerini sarsacak ve çevre ülkeler için tehdit kaynağı haline gelecekti.
Amerika ve İsrail’e duyulan büyük tepki nedeniyle halklar nezdinde İran’ın nükleer silah sahibi olmasının tehdit olarak algılanmadığını hatırlatınca, Bush’un temsilcisi bölge ülkelerindeki yönetimlerin bu konuya bakışının sokağın tamamen zıddı olduğunu söyledi. Kapılar açıkken, kameralar karşısında belki sokağa yakın mesajlar veriliyordu, ancak kapalı kapılar arkasında yöneticiler nükleer bir İran’ın bölge barışı için ne kadar ciddi bir tehdit olduğunu anlatıyordu.
Ortadoğu’da birçok meselede yönetimler ile sokak arasında böyle bir uçurum olduğuna kuşku yok. Gerçekten Arap başkentlerinde elitlerin kamuoyu önünde söyledikleri ile kapalı ortamlarda söyledikleri çok farklı. Ancak yakın zamana kadar kritik İran konusunda uçurumun bu kadar büyük olduğunu gösteren somut bir araştırma yoktu. Maryland Üniversitesi ile Zogby Anket Şirketi’nin ortaklaşa yapıp sonuçlarını geçen hafta açıkladığı, 2010 Arap Kamuoyu Anketi bu açıdan çok çarpıcı.
Anket, Türkiye’ye daha çok Başbakan Erdoğan’ın Arap dünyasında tartışmasız en popüler lider haline gelişi noktasından yansıdı. Özellikle Filistin meselesindeki çıkışıyla Erdoğan, 2 sene önceki aynı ankette en popüler isim olan Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın tahtını sarsmış durumda. 2008’deki anketin en popüler ismi Şii lider Nasrallah, şimdi 5’inci sıraya gerilemiş durumda. Erdoğan’ın 20 puanla lider olduğu ankette, Ahmedinejad’ın 12 ve Hüsnü Mübarek’in Araplardan sadece 4 puan aldığını not edelim. Ankete göre, Türkiye, Arapların süper güç olarak görmek istediği ülkeler arasında henüz yok. Ama bölgede Fransa’dan sonra en yapıcı siyaset izleyen ikinci ülke olarak görülüyor. Anketin İran’a bakan yönü de çok önemli. Ancak Mısır, Ürdün, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Lübnan ve Suudi Arabistan gibi yönetimlerin İran meselesini çok yakından takip ettiği 6 Arap ülkesinde yapılan ankete göre, sokak İran’ın nükleer silah sahibi olmasına soğuk bakmıyor. Bu konuda en hassas olduğu düşünülen ülkelerden Mısır’da, halkın yüzde 82’si İran’ın nükleer silah elde etmesini olumlu bir gelişme olarak niteliyor. Olumsuz bakanların oranı sadece yüzde 6. Lübnan’da yüzde 57, Ürdün’de yüzde 61 böyle bir gelişmeye olumlu bakıyor. Nükleer İran’a en soğuk bakan Suudi Arabistan’da negatif görüştekilerin oranı yüzde 29’u geçmiyor. En kritik konudaki bu bakış açısı farkı nasıl giderilecek, hangi taraf diğerini ikna edecek? Zaten Ortadoğu’daki yönetimlerin en büyük zaafı da tavan ile taban arasındaki bu muazzam çelişki değil mi?
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.