Ali H. Aslan
ABD ‘Türk Baharı’nı ıskalarken
Amerikan eliti, Arap dünyasındaki son özgürlükçü başkaldırı dalgasını öngörüde ABD’nin sınıfta kaldığı konusunda hemfikir.
Washington’un Arap Baharı’nda nasıl tavır takınacağı noktasında uzun süre yaşadığı şaşkınlık hali, söz konusu öngörü eksikliğinin en büyük delili. Aslında son dönemlerde Amerika’da Türkiye’ye yönelik şaşkınlıkla Arap Baharı şaşkınlığı arasında paralellikler var. Özellikle Washington dış politika elitinin bir kısım Türkiye refleksleri, müesses nizama karşı süregelen sessiz demokratik devrimin son merhalelerini önemli ölçüde ıskalamalarından kaynaklanıyor.
Arap müesses nizamlarıyla mücadeleden farklı olarak, Türk(iye) Baharı, ani ve kanlı şekilde tezahür etmeyip, daha geniş zamana yayıldı. Bu da ABD tarafından teşhisini güçleştirdi. Türkiye’de kökü çok derinlerde olan müesses nizamın tasfiye süreci kademeli olarak, iki adım ileri bir adım geri şeklinde cereyan etti. Mesela 1980 darbesinden sonra rahmetli Özal’ın öncülüğünü yaptığı ilerici hamleler, 90’ların özellikle sonlarında müesses nizamca sınırlandırıldı. 2000’lerde Erdoğan önderliğinde yapılan reformları tökezletme gayretleri de ortada. Ergenekon ve Balyoz gibi darbe davalarının delil dosyalarına, AK Parti’yi kapatma davasına ve 27 Nisan muhtırasına şöyle bir göz atmak yeterli.
Soğuk Savaş ve sonrasında Türkiye uzun süre ABD nezdinde stratejik çıkarlar uğruna kusurları örtülen; askerî darbelere, yoğun insan hakları ihlallerine göz yumulan bir müttefik İslam ülkesi konumundaydı. Tıpkı Ortadoğu’daki ‘vaziyeti idare edilen’ diğer Amerikan müttefikleri gibi… NATO kontrolündeki Türk ordusu, petrol gibi değerli bir stratejik metaydı. Washington Türkiye’nin AB endeksli demokratik reformlarını destekledi, ama orduyu ve sırtını dayadığı müesses nizamın sivil kodamanlarını aşırı rahatsız edecek büyük müdahalelerden de kaçındı. Bu itibarla, Türk Baharı’nda ABD’ye düşen kredi payı, Arap Baharı’na nazaran biraz fazla olsa da, pek yüksek sayılmaz.
sahte demokrat laik mi, demokrat dindar mı?
Arap dünyasındaki son statüko karşıtı hareketlerde laik liberallerle dindarların ittifakı ağırlıklı rol oynuyor. Aslında Türkiye’de de tablo buna benziyor. Liberallerin devrede olmasıyla biraz rahatlayan Amerikalılar, dindar unsurların hem Arap hem Türk Baharı’ndaki etkisinden ise huzursuz. Çünkü sandıktan şeriat çıkabileceği korkusunu şuuraltlarından çıkaramıyorlar. Laikçi önyargılarla hareket ettikleri izlenimi verdikleri için de, İslam ülkelerinin geleceğinde kilit rol oynayacak dindar demokratların güvenini tam manasıyla kazanamıyorlar. Nitekim Amerikan ve Batı medyasınca son zamanlarda yapılan AK Parti ve Hizmet (Batılıların tabiriyle, ‘Gülen Hareketi’) temalı yayınlarda önyargılı laikçi tezlerin çoğunun peşinen kabullenildiği görülüyor. Alnında secde izi bulunan bir demokrat dindar, ağzıyla kuş tutsa, Batılıyla iki kadeh atan sahte demokrat bir laikten bile fazla itimada mazhar olamıyor. Bu kültürel gediğin kapatılamaması halinde, ABD’nin Arap ve Türk devrimlerinin sadece baharında değil, yaz sezonunda da nal toplaması işten değil.
Amerikan dış politika eliti, tüm dünyaya yaymak istedikleri demokrasinin Müslümanlarca artan oranda benimsenmesinden aslında çok mutlu olması gerekirken, neden biraz huzursuz? Çünkü demokratikleşme, Müslüman halklara kendi ulusal çıkarları için yeri geldiğinde ABD’ye hayır deme salahiyetini de verecek. İşlerin eskiden olduğu gibi tepelerden bağlanması zorlaşacak. Türk Baharı’nın en cesur çıkışlarından biri, Washington baskısı altındaki icra kanadının telkinlerine rağmen, TBMM’nin halkın eğilimleri doğrultusunda 1 Mart 2003 tezkeresine hayır demesiydi. Karar, Washington’da ‘Türkiye’yi kim kaybetti?’ tartışması başlatmıştı. Oysa Türkiye’ye demokratik ve bağımsız ülkeler kulübünün yeni kazancı nazarıyla bakılması daha doğru olmaz mıydı? Onun yerine, bazı ABD’li makamların dudaklarından Türkiye’deki ‘geleneksel müttefikleri’ne sitem ifadeleri döküldü. Tezkere lehine sivil mercilere yeterince baskı yapmadıklarını düşündükleri generalleri kastediyorlardı.
yeni chp heyecanlandırdı
ABD’nin Arap dünyasındaki ‘geleneksel müttefikleri’, kokuşmuş baskıcı rejimlerin başlarındaki generaller, imtiyazlı aileler ve iş grupları idi. Türkiye’deki ‘geleneksel müttefikleri’nin profili de bundan çok farklı değildi. Müesses nizamla ortaklıklar, bazen uluslararası camiada başlarını ağrıtsa da, ABD için genelde verimli sonuçlar doğuruyordu. Müesses nizamla çalışma alışkanlığı zamanla sempatiye de dönüşerek adeta genlerine işledi. O nedenle, Amerikan dış politika elitinin, müesses nizamın payandası laik unsurlara reformist dindarlara nazaran en azından psikolojik olarak daha yakın konumlandığı söylenebilir. Müesses nizamcıların değişimleri iyi okuyamayıp başarılı kontrol stratejileri geliştirememeleri Amerikalı dostlarını da üzüyor. Bu bağlamda, daha akıllıca taktikler benimseyen ‘yeni’ CHP Washington’da heyecan uyandırıyor. Şu durumda Washington’a sandık koyulsa kimin birinci parti çıkacağını ferasetinize havale ediyorum.
ABD ve Batı’da çoklarının dillerine pelesenk ettiği bir husus var. Deniyor ki, AK Parti’yi dengeleyecek, otokratlaşmasını engelleyecek formül, CHP’nin alternatif olarak güçlenmesidir. Oysa sekiz yıllık yıpratıcı iktidara rağmen AK Parti’nin hâlâ halkın neredeyse yarısının teveccühüne mazhar olmasının temel sebeplerinden biri, kurucuları arasında CHP’nin de bulunduğu otokrat ruhlu müesses nizamı demokratik yollarla dengeleme ve kademeli tasfiye fonksiyonunu başarıyla icra etmesi değil mi? Türk Baharı, bu bariz gerçeği göremeyen birçok Amerikalı ve Batılıya 12 Haziran’da 12 Eylül referandumundakine benzer mide krampları yaşatırsa hiç şaşmam…
a.aslan@zaman.com.tr
06 Haziran 2011, Pazartesi
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.