Kerim Balcı
Amerika’nın İslam dünyası siyaseti ve Suriye
Ölümünden sonra yayınlanan ses kasetinden Üsame bin Ladin’in Arap Baharı’nı tarihte nadir yakalanan fırsatlardan biri olarak gördüğü ve halk ayaklanmalarının İslam dünyasının tamamına yayılması için gayret gösterilmesini istediği anlaşılıyor.
Dün akşam saatlerinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki olaylar üzerine bir başkanlık konuşması yapan ABD Başkanı Barack Obama’nın da Arap Baharı’ndan fırsat olarak bahsetmesi ve Yusuf el-Karadavi’nin ifadesiyle Devrim Treni denilen olayların hiç değilse Sünni İslam dünyasında yayılmaya devam etmesi için çağrıda bulunması manidardı. Washington’un daha önce açıkladığı Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın şahsına yönelik yaptırım kararlarından ABD’nin trenin durmasını istemediği sonucunu çıkarmak mümkündü zaten.
Obama’nın konuşmasına göre ABD bir taraftan Mısır ve Tunus gibi dönüşümün başladığı ülkelere finansal yardımda bulunacak, diğer taraftan Devrim Treni’nin sonraki duraklarından daha hızlı geçebilmesi ve Libya’da olduğu gibi raydan çıkmaması için tedbirler alacak. ABD’nin ilk bakışta oldukça “demokrat” görünen bu yeni politikasını İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet yayılmacılığını engellemek için benimsenen Truman Doktrini ve bu doktrin çerçevesinde hayata geçirilen Marshall Planı’na benzetebiliriz. Dünyayı Sovyet-Batı dikotomisi olarak algıladığımız zamanlarda pek işimize gelmiş ve gönülden benimsemiş olduğumuz bu planın ancak yeterince uzaktan bakıldığında anlaşılabilen bazı tehlikeleri vardı. Marshall Planı’na bakarak olası bir Obama Doktrini ve Clinton Planı’nın bölgemizde ortaya çıkarabileceği müspet ve menfi değişiklikleri görebiliriz.
Marshall Planı yayılmacı emelleri olan bir düşmana ve bu düşmanın Amerikan müttefiki ülkelerdeki uzantılarına karşı hayata geçirilmişti. Bugün Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde yayılmacı bir düşman yok. Yayılmakta olan şey bizzat da yıllardır Amerika’nın müttefiki olan rejimler tarafından bastırılmış olan siyasal katılımcılık arzusu ve kaynakların adil dağılımı talebidir. Amerika para musluklarını açarak toplumların belli bir kısmını destekleyecekse, geleneksel Amerikan paradigmasına uygun olarak bunu birilerine karşı yapacaktır. Sovyet tehdidinin yerine kim veya hangi siyasi hareket konulacak? Ben bunun İhvan-ı Müslimin gibi barışçıl-siyasi İslami hareketler olabileceğinden endişeliyim. Obama’nın Hamas-El-Fetih uzlaşmasını dışlayan sözleri bu endişemi haklı çıkarıyor ne yazık ki…
Marshall Planı bölgemizde statükonun farklı kisveler altında elli yıl daha yaşamasını sağladı. Amerikalılar para vermekle kalmadılar; yayılmacı Sovyet tehdidi karşısında Gladio türü derin yapılar da ortaya çıkardılar. Bu yapılar iktidarları muktedir olmaktan çıkardı. ‘Rejim’ denilen dönüşmez, değişmez, esnemez bir canavar; değişmesi teklif edilemeyen maddeleri olan anayasalar ürettiler. Türkiye ve Yunanistan Marshall Planı çerçevesinde yeniden şekillendirildi ve AB üyeliği sürecinin çekme gücü ortaya çıkana kadar da planın bu kötü mirasını temizleme iradesi ortaya konulamadı. Arap Baharı halihazırda bir sonbahar olmaya doğru gidiyor. Amerikan müdahalesi bahara canlandırıcı bir etki mi yapacak, yoksa bölgede kalıcı derin yapılar mı ortaya çıkaracak? Bunu hep birlikte göreceğiz.
Şimdilik görebildiğimiz, Amerikalıların planlarını yaparken Türkiye ile yapıcı bir ortaklık ilişkisine girmek yerine geleneksel “züccaciye dükkanına giren fil” taktiğini benimsedikleridir. Amerika hâlâ Soğuk Savaş’ın güç politikası penceresinden seyrediyor dünyayı. Yıllar önce İsrail’de tanıdığım bir asker, İsrail askerleri arasında yaygın bir sözü aktarmıştı bana: “Paranın yapamadığını güç yapar. Gücün yapamadığını daha fazla güç yapar.” Bu ifade güç politikasının iki cümleye indirilmiş özetidir. Amerika şimdi para gönderecek. Bununla başarılı olamazsa sırada neyin olduğunu gösteriyor bu söz. Suriye’deki rejimin yetersiz ve isteksiz de olsa hayata geçirmekte olduğu reformlara rağmen cezalandırılması, üstelik de yaptırımların rejimin tek gerçek reformisti olan Esad’ın şahsına yönelik olması bu öngörüyü destekliyor.
Keşke şaşırtsaydı bizi Obama. Keşke konuşmasının önemli bir bölümünü İsrail’in güvenliğinin garanti altına alınmasına yönelik tedbirlere ayırmasaydı. Keşke konuşmasında bazı dikta rejimlerinin adını bile zikretmeyerek, ayakta kalmanın şartının demokratlık değil, Amerikan yandaşlığı olduğu mesajını vermeseydi.
Leave a Reply
You must be logged in to post a comment.